Çocuklar ilk adımlarını genellikle 10-18 aylıkken öğrenirler. Ayak ucunda başparmağa basarak yürümek bu yaşlarda normaldir. Fakat 18 ayın üzerinde normal kabul edilmez ve sebebi araştırılmalıdır. Ayak ucunda yürümek kas, sinir veya kemik bozukluğuna bağlı olarak gelişebilir. 18 ay üzerinde ayak ucunda yürüyenlerde mutlaka bir hastalık vardır demek yanlıştır sadece bu ihtimale karşı araştırılmalıdır.
1. Cerebral Paralizi: Doğum sırasında beyinin oksijensiz kalmasına bağlı gelişen bir hastalıktır. Kaslar spastiktir. Özellikle bacak arkasındaki kaslarda kısalma ve buna bağlı topukta yükselme vardır. Ayak ucu yere dönüktür. Erken dönemde kasları germe egzersizi ve ayağı uygun pozisyonda tutan cihazlar kullanılır. Kas kısalığının egzersizle düzeltilemediği durumlarda cerrahi olarak tendonun uzatılması gereklidir.
2. Topuk Tendonunun Doğumsal Kısalığı: Diğer kaslarda problem yoktur. Sadece bacak arkasındaki kaslarda kısalık vardır.
3. Artrogyripozis: Doğumsal bir bozukluktur. Bütün eklemler etkilenmiştir.
4. Alışkanlık: Hiçbir problem olmamasına karşılık çocuk ayak ucunda yürümeye devam eder. Normal yürümesi söylendiğinde yürüyebilir fakat dikkat etmediğinde ayak ucunda yürür. Kaslar normaldir. Genellikle kendiliğinden düzelir. Düzelmeyen çocuklarda düz yürümeyi sağlayan ayakkabı içine yerleştirilen cihazlar kullanılabilir. Genellikle 5-6 ayda normale döner.
MoreSağlıklı yaşamanın en önemli koşullarından biri fiziksel aktiviteyi sürdürmek, bir başka deyişle hareket etmek, egzersiz (jimnastik) yapmaktır. Fiziksel aktivite dolaşım ve solunum sisteminin sağlığını iyileştirerek, kondisyonu geliştirerek genel olarak tüm sistemlerimizde iyilik sağlar. Ayrıca hareket etmemizi sağlayan kas iskelet sistemimizi güçlendirerek çeşitli ağrılı hastalıkların gelişmesini engeller.
Fiziksel Aktivitenin Faydaları
Kan dolaşımını iyileştirerek, iyi kolesterolü arttırarak kalp hastalığı riskini azaltır, kan basıncını düzenler, kalp ve akciğer dayanıklılığını arttırır.
Hareket sistemini güçlendirerek boyun, sırt, bel ve diğer çevresel eklemlerin ağrılı hastalıklarının gelişmesini engeller ve hareket özgürlüğünü arttırır.
Özellikle kadınlarda menopozla birlikte sık görülen, ilerlemiş durumlarda kırık gibi ciddi problemlere yol açabilen kemik kaybını yani kemik zayıflamasını (osteoporoz) azaltır.
Vücut ağırlığını kontrol altında tutarak görünümü iyileştirir, kendine güveni arttırır.
Anksiyete ve depresyonu azaltır, olumlu düşünmeyi ve enerji düzeyini arttırır, stresle başa çıkmayı kolaylaştırır.
Çocuklarda iyi alışkanlıkların geliştirilmesini ve gelecekte sağlıklarının korunmasını sağlar.
Yaşlılarda kronik ve yaşlanma ile birlikte görülen hastalıkların gelişmesini geciktirebilir.
Fiziksel Aktivitenin Planlanması
Fiziksel aktivitenin erişkinlerde dolaşım ve solunum sistemi üzerinde yararlı etkilerinin sağlanabilmesi için haftada en az 3 gün, günde 30-60 dakika süreyle ve maksimum kalp hızının dakikada %50-75’ine ulaşacak yoğunlukta yapılması önerilir.
Maksimum kalp hızı=220-yaş formülü ile hesaplanır.
Örneğin 20 yaşında iseniz maksimum kalp hızınız=220-20=200’dür. Fiziksel aktiviteye kalp hızı dakikada 200’ün %50’si=100 olacak şekilde başlanır. İlk haftalarda bu hızla çalışılır ve zamanla arttırılarak 200’ün %75’ ine=150’ye ulaşılır. Kalp hızı el bileğinde ve boyun damarın atışı sayılarak kontrol edilebilir. Aktivitenin yoğun sayılabilmesi için yaparken rahat koşamama, şarkı söyleyememe pratik bir ölçü olabilir. Hızlı yürüme, merdiven çıkma, bisiklete binme, yüzme yoğun faaliyetler arasındadır. Normal hızla yürüme, merdiven inip çıkma ve ev egzersizleri gibi hafif ve orta şiddetteki aktivitelerde düzenli olarak günde 30 dakika yapıldığında faydalıdır.
Fiziksel Aktivite Planlanırken Ne Zaman Doktora Başvurulmalıdır?
Kalp rahatsızlığı var ise, kalp ilacı veya tansiyon ilacı kullanılıyorsa, baş dönmesine bağlı düşme ve şuur kaybı şikayetleri varsa, fiziksel aktiviteden etkilenebilecek kemik veya eklem hastalıkları varsa, 45 yaş sonrasında, fiziksel olarak aktif değilken yoğun bir egzersiz programına başlamak isteniyorsa doktora başvurulmalıdır.
Aynı şekilde egzersiz esnasında ve sonrasında göğsün ortasında ve solunda, boynun solunda, sol omuz ve kolda ağrı ve basınç oluyorsa mutlaka doktora başvurulmalıdır.
Sağlığınızı korumak hastalanıp tedavi çareleri aramaktan çok daha kolay ve ucuzdur.
Size Hipokrat’ın güzel deyişini anımsatmak istiyorum. ‘ Bir hastalığın en iyi çaresi o hastalığa yakalanmamanın yollarını öğrenmektir’
MoreHareketsizliğin insan organizması üzerinde olumsuz etkiler meydana getirdiği, çok eski dönemlerden beri bilinmektedir. Beden hareketliliğini azaltan bir hastalık, yaralanma veya belirli bir neden olmadan insanların sedanter yaşam tarzını seçmeleri sonucunda, organizmanın pek çok fonksiyonunda gerilemeler ortaya çıkmaktadır. 1960 lı yıllarda başlayan uzay hekimliği çalışmaları çerçevesinde, uzun süreli uzay yolculukları sırasında insanların karşılaşacakları yerçekimsiz ve hareketsiz yaşam koşullarında organizmada oluşan değişiklikler ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bu çalışmaların paralelinde, tüm dünyada hareket azlığının kardiovasküler risk faktörlerinden biri olarak kabul edilmesiyle birlikte konuya ilgi artmış ve çalışmalar hızlandırılmıştır.
Hareketsizliğin olumsuz yöndeki etkileri başlıca 4 grup insan üzerinde incelenmiştir:
1.Hastalık ya da yaralanma sonucu uzun süre yatak istirahati yapan kişiler,
2.Çeşitli paralitik (felç) durumlar nedeniyle nöromüsküler (sinir-kas iletimi) aktivitesi önemli ölçüde kısıtlanan hastalar,
3.Yerçekimi etkisini azaltan, oturma, yatma gibi değişik pozisyonlarda uzun süre kalan kişiler,
4.Uzay yolculuklarında ve uzun süreli su altı çalışmalarında yer çekimsiz ortamda bulunanlar.
Sayılan bu inaktivite tiplerinin her biri, kısa süre içinde, gizli fizyolojik değişikliklere yol açabilmektedir.
Ortostatizm gibi belirgin klinik tablolar 5-7 gün içinde ortaya çıkabildikleri halde, ankiloz veya böbrek taşı gibi komplikasyonlar, ancak bir kaç ay sonra görülebilirler.
Hareketsizliğin mekanizmasının daha iyi anlaşılabilmesi amacıyla, fizik kapasiteyle ilgili bazı kavramları hatırlatmakta yarar var:
1.Fonksiyonel kapasite : Zorlu bir çaba sırasında varılan maksimum metabolik değeri ifade eder.
2.Fizyolojik maksimum potansiyel : Aynı kişinin sistemli bir antreman programından sonra varabildiği maksimum metabolik değerdir.
3.Fonksiyonel rezerv : Fonksiyonel kapasite ile fizyolojik maksimum potansiyonel arasındaki farktır.
Hareketin daha da azalması, örneğin kesin yatak istirahati halinde, fonksiyonel kapasite iyice azalır. Daha sonraki dönemde bu durumdaki bir kişiye birden bire aşırı fizik aktivite programı verilirse, fonksiyonel kapasitede iyileşme sağlanamaz. Kişinin önceki fonksiyonel kapasitesi ve rezervi dikkate alınarak yavaş yavaş artan yoğunlukta bir egzersiz programı verilerek durumu düzeltilmeye çalışılır.
Düzenli fizik egzersizler yapan kişinin fonksiyonel kapasiteleri, fizyolojik maksimum potansiyel düzeyine çok yakın olduğu halde sedanter kişilerde fonksiyonel kapasite düşüklüğü çok belirgindir. Fonksiyonel rezerv önemli ölçüde azalmıştır.
Uzun süreli hareketsizliğin sistemler üzerindeki etkilerini şu şekilde özetleyebiliriz Merkez Sinir Sistemi Duygusal algılamada azalma olması nedeniyle bazı duyu bozuklukları gelişebilir, parestezi ve ağrı eşiğinde düşmeler görülür.
İstirahat sırasında kaslarda kasılmalar yapılmadığı taktirde, motor verimlilikte azalmalar belirir. Özellikle felçli hastalar durumun çok belirgin örneğidir.
Sedanter kişilerde otonom sinir sistemi oldukça dengesizdir. Düşük veya aşırı aktivite şeklinde fonksiyonel bozukluklar saptanabilir. Bu dengesizlik kardiovasküler sistemin çalışmasını da olumsuz yönde etkiler.
Aktivite azlığı, kişilerde anksiyete ve depresyon gibi ruhsal sorunların gelişmesine de zemin hazırlar.
– Hareket Sistemi: Hareket azlığının uzun zaman sürecinde en belirgin etkileri hareket sistemini oluşturan elamanlardan ortaya çıkar.
En önemli belirtiler kas ve kemik dokularında görülen değişikliklerdir.
Hareket azlığıyla birlikte kas gücü azalmaya başlar. Örneğin hiç bir fiziksel rahatsızlığı olmayan bir kişinin bir haftalık kesin yatak istirahatinden sonra eldeki kavrama gücü % 20 oranında azalır. Kas gücündeki bu azalmaya kaslarda, kısa süre içinde atrofi (kas kaybı) gelişir. Atrofinin derecesi, hareketsizliğin süresine bağlıdır.
Atrofi, güç kaybı ve duyarlılığın azalması sonucu, hareketlerin koordinasyonunda yetersizlik ortaya çıkar. Bu durum hem alt, hem de üst uzuvlarda görülür ve günlük yaşamda beceri isteyen aktivitelerin yapılmasında veya sportif aktivitelerin yapılışı sırasında eksiklik ortaya çıkar.
– İskelet Sistemi: Hareketsizliğin en olumsuz etkilerinden biri, kemik dokusunda ortaya çıkan osteoporozdur. Bilindiği gibi kemik yapımının parelel olarak, kişinin dayanıklılığında da azalma olur. Diğer taraftan hareketsiz düzenli olabilmesi ve kemik kitlesinin yenilenebilmesi için, tendonların (bağlar) çekme fonksiyonu ile oluşan gerilmelere ve ayak ta durma sırasındaki yer çekimi kuvvetine gereksinim vardır. Hareket azaldığı durumlarda ise kemiğin organik ve inorganik elemanlarındaki kayıplar sonucunda, kemik kitlesi azalmaya başlar, kemikteki kalsiyumun mobilize olmasıyla geçici bir hiperkalsemi (kan kalsiyum seviyesinin artışı) ve yumuşak doku içinde ektopik kalsifikasyonlar (kemikleşmeler) gelişebilir. Sonuçta kemiklerin kırılganlığı artar ve kendiliğinden yada minör travmalarla kırılma olasılığı ortaya çıkar.
Kemik dokusunun yanı sıra eklemlerde aktif ve pasif hareketlerin azlığına bağlı sertlikler gelişir ve eklem hareket açıklığı azalmaya başlar. Başlangıçta geri dönüşebilir nitelikte olan sertleşme, hareketsizliğin uzun sürmesi halinde kemiksel nitelik kazanır ve geri dönüşümü mümkün olmayan eklem hasarları ortaya çıkar.
– Kardiovasküler Sistem: Uzun süre hareketsizlik sonucunda kardiovasküler sistem büyük zarar görür ve bazal koşulların üzerindeki metabolik gereksinimleri karşılayamaz duruma gelir.
Kardiovasküler sistemdeki gerilemenin en belirgin göstergesi, maksimum oksijen tüketiminin (Max V02) azalmasıdır.
10 günlük yatak istirahatından sonra tamamen sağlıklı ve genç kişilerde dahi Max V02 nin % 20 oranında, kalp atım hacminin ise % 10 oranında azaldığı gösterilmiştir. Bir kaç günlük istirahatten sonra dahi, aynı şiddetteki egzersize verilen nabız yanıtında artma olmaktadır.
Kardiovasküler sistemle ilgili bir diğer olumsuz gelişme kan basıncıyla ilgilidir. Uzun süre istirahatlarden sonra ortostatizm denilen durum gelişmekte ve kan basıncı dengesi bozulmakta ve kişi ayağa kalktığında ani tansiyon düşüklüğü olmaktadır.
Toplar damarlar üzerindeki kasların pompalayıcı etkilerinin azalması sonucu venöz yatakta birikmeler olmakta ve tromboflebit gelişebilmektedir.
Pıhtılaşma mekanizmasındaki değişiklikler, trombosit kümeleşmesindeki artış, tromboflebit gelişmesine yardımcı olmaktadır.
– Solunum Sistemi: Hareketsizliğe bağlı olarak solunum sistemi ile ilgili hemen tüm parametrelerde gerileme olur ve sonunda kısıtlayıcı tip solunum bozukluğu tablosu ortaya çıkar.
Sağlıklı kişilerde solunum parametrelerinde önemli bir düşme görülmemesine karşın istirahat süresinin uzaması durumunda, örneğin felçli hastalarda, solunum kapasitesi ve fonksiyonel solunum kapasitesinde % 25-50 oranında azalmalar olur. Sınırlayıcı tarzdaki gelişmeler ve yatay pozisyonun akciğer dolaşımı üzerindeki etkisi sonucu solunum-kanlanma oranında önemli bozukluklar ortaya çıkar.
Ayrıca mukus temizleme fonksiyonlardaki azalmaya bağlı olarak, solunum sisteminde mukus birikmeye başlar. Bu koşullar altında öksürük mekanizması bozulur. Karın kaslarındaki zayıflık durumu daha da kötüleştirir ve basit bir üst solunum yolu enfeksiyonunda ciddi akciğer rahatsızlıkları gelişir.
– Sindirim Sistemi: Hareket azlığı, sindirim sistemindeki aktivitelerin azalmasına yol açar. Bu azalma, hem içeriğin ilerletilmesinde hem de salgılama fonksiyonlarında olur. Sonuçta bir taraftan iştah kaybı gelişirken, diğer taraftan bağırsak hareketlerindeki azalma nedeniyle kabızlık görülür.
– Endokrin (hormonlar) ve Böbrek (renal) Sistemler: Endokrin sistemin diğer sistemlerle karşılıklı etkileşmesi sonucu, önemli metabolik ve renal değişiklikler görülür.
Vücudun uzun süre yatay pozisyonda kalması nedeniyle hücre dışındaki sıvılar, kılcal damar yatağının venöz (toplar damar) kısmına geçer ve kirli kanın kalbe dönüşünde artma olur. Sonuç olarak, sağ atriumun (kalp kulakçığı) hacim sensörlerinde bir uyarılmayla birlikte antidiüretik hormonda azalma ortaya çıkar ve idrar çıkışı artar.
Hareketsizliğin etkisiyle sodyum ve kalsiyum atılımı da artar.
İdrarla fazla kalsiyum atımı, üriner yolda tıkanma ve enfeksiyon faktörlerinin etkisiyle, hareketsiz kişilerde idrar yollarında taşlar oluşmaya başlar.
– Deri: Uzun süreli hareketsizlik, deri ve deri üzerindeki oluşumları da olumsuz yönde etkilenir.
Deri altındaki yağ dokusundaki incelme ve deri gerginliğinin bozulması nedeniyle basınç yaraları gelişebilir. Aynı vücut bölgelerin sürekli olarak basınç altında kalmaları ve bu bölgedeki basıncın kılcal damar basıncın üzerine çıkması, yara oluşumunu kolaylaştıran dış etkenlerin başında gelir.
Saydığımız tüm bu olumsuz gelişmeler, hareketsizliğe bağlı problemlerin yalnızca bir kısmıdır.
Hareketsizliğin uzun sürdüğü durumlarda, olumsuz gelişmelerden etkilenen doku ve sistemler durmadan artar ve bir noktada yaşamı tehdit eder duruma gelebilir.
MoreÇocuğunuzun ayağı basarken düz, otururken veya parmak uçlarındayken normal ayak içi girintisi görülüyorsa buna esnek düz tabanlık denir. Bu durum aileler için büyük bir endişe kaynağıdır. Oysa çocukların büyük kısmı sorunsuz olarak büyürler. Bu durumda genellikle;
- Ağrısızdır,
- Yürüme veya spor sırasınd ara vermeyi gerektirmez,
- Zaman içinde cerrahi ve diğer herhangi bir tedaviyi gerektirmeden düzelir.
Esnek düz tabanlıkta normal kas fonksiyonuna sahiptir, eklem hareketleri normaldir.
Kemiklerin ve bağların biçim ve gerginlikleri ayağın uzunluğu boyunca iç kısımda topuk ile parmaklar arasındaki girintiyi oluşturur. Bu girinti bebeklikte yoktur. Büyüdükçe bu ark gelişir. Normal bebek ayaklarındaki fazla yağ dokusu ve arkın zamanla gelişmesine bağlı olarak 3 yaşına kadar bebeklerin çok büyük kısmında ailelerde düz tabanlık endişesi bulunur. Esnek düz tabana sahip çocuklarda taban arkının gelişimi 5-7 yaşlarına kadar devam eder. Düz tabanlığın buluğ çağlarına kadar devam etmesi durumunda ayak tabanında ağrı olabilir. Bu durumda doktora başvurulması gerekir.
Yukarıda anlatıldığı gibi bu tip düz tabanlığın tedavisi buluğ çağına kadar yoktur. Bu durumdaki aileler gereksiz yere çok sayıda daktor başvuruları, ortopedik botlar-tabanlıklarla zaman ve para kaybederler.
Buluğ çağında ağrılı ayaklarda doktor ağrının nedenini araştırır. Bu genellikle gergin aşil tendonuna veya sert düz tabanlığa bağlı olabilir. Aynı zamanda çocukların giyilmiş ayakkabılar ile doktora götürülmesi önemlidir, çünkü doktorlar için ayakkabılarının uygunluğunu ve aşınmanın nerede olduğunun görülmesi tanıda çok önemlidir. Doktor aynı zamanda ailede düz tabanlığı olup olmadığınıda soracaktır. Çünkü ayaklardaki kemik dizilim ve biçimini etkileyen temel özellik genetik yapıdır. Aynı zamanda doktorunuz çocuğunuzda sinir veya adele hastalığı olup olmadığınıda tetkik edecektir.
Tedavi
Eğer çocuğunuzda aktiviteye bağlı ağrı veya yorgunluk oluyorsa doktorunuz öncelikle aşil tendonunu germe ekzersizi verecektir. Hala rahatsızlık devam ediyorsa bir tabanlık verecektir. Tabanlık ağrı ve yorgunluğu azaltırken ayakkabı ömrünü uzatır. Bazen aşil gerginliğini azaltmak için fizik tedavi ve alçılama da gerekebilir. Bunlara rağmen devam eden ağrıda cerrahi tedavi önerilebilir. Ancak çok az sayıda esnek düz tabanlığın zaman içinde cerrahi tedaviye gereksinim gösterdiğini unutmamak gerekir.
MoreBirçok kişinin ayakları düz veya dışa dönüktür. Bazı çocuklarda ise içe dönüklük vardır. İçe basma demek düz karşıya bakması gerekirken ayakların içeri doğru bakmasıdır. Çok yaygın bir durumdur. Yürürken ve koşarken oraklama olur ve içe basma daha da belirginleşir. Eğer çocuğun ayağı içe basıyorsa bu çocuğun dengesini daha iyi sağlamak için yaptığı normal bir harekettir. İki yaşına gelindiğinde bu çocukların büyük çoğunluğunun yürüyüşü ve ayakların içe basması düzelecektir. Fakat aileler bu durumu görünce huzursuz olurlar. İçe basmanın kalıcı olduğunu düşünürler ve doktora müracaat ederek bu problemi nasıl düzeltebileceklerini sorarlar. Fakat sekiz yaşa kadar herhangi bir tedaviye ( alçı, cihaz, operasyon gibi ) gerek kalmadan kendi halinde düzelirler. İçe basan çocukların özel bir ayakkabı veya kalıba ihtiyaçları yoktur. Ayakkabı sadece üşümemek ve takılıp düşmemek için kullanılır.
Fakat içe basmanın aşırı olduğu durumlarda çocuklarda sendeleme veya kısa mesafede yorulma olabilir.
- İçe basma çocuklarda ağrıya yol açmaz
- İçe basma çocuğun düzgün yürümesine engel olmaz
- İleri yaşlarda kireçlenmeye yol açmaz.
İÇE BASMAYA SEBEP OLAN DURUMLAR
1- Tibia kemiğinde içe dönmesi, doğum sonrasında bu kemiğin dışa dönme hareketini tam yapmamasından oluşur. 1 yaşına kadar pek çok çocukta bu durum düzelir. Bu çocukları özel cihaz, alçı veya operasyon gibi bir tedaviye ihtiyaçları yoktur, zamanla düzelir. Genellikle 4 yaş altında düzelme olur. Eğer bu durum 8-10 yaşına kadar devam ederse o zaman tekrar değerlendirilmesi gerekir. Bu durumun düzeltilmesi (ameliyatla ) gerekebilir. Eğer 10 yaşında tibia kemiğinin açısı istenen düzeyde değilse ileride erken yaşta ciddi kireçlenme olayları oluşur, bundan dolayı tedavisi gereklidir.
2- Femur kemiğinin dönüklüğü; özellikle 5-6 yaşındaki çocuklarda fark edilen bir durumdur. Niye olduğu tam olarak bilinmiyor. Özel ayakkabılar ve cihazlarla düzelme sağlanamaz. Genellikle 8-10 yaşında düzelir. Bu yaşta ve aşırı dönüklüğü olanlarda çocuğun tekrar değerlendirilip özel film çekilerek ameliyatı gerekli olabilir.
3- Düz tabanlık bu çocuklarda dengesi daha iyi sağlamak için içe basarak görülür. Özel ayakkabı, kama, tabanlık gerekli değildir. Genellikle 5 yaşında düzelir.
4- Ayak ön kısmının dönüklüğü ( metatarsus adduktus) Bebeğin anne karnındaki pozisyonunun devamıdır. Doğumdan itibaren olan bir olaydır. Her 10 vakadan 9’u zamanla düzelir, bundan dolayı aile fark etmez ve doktora gelmez. 2-3 aydan sonra hala düzelmeyen ayaklarda aile fark ederek doktora gelir. Bu dönemde germe egzersizleri tavsiye edilir 6 ay sonra bu dönmenin aşırı olduğu ve ayağın sert olduğu durumlarda alçı, özel cihaz veya ayakkabı önerilebilir.
5- X bacak ve O bacak : bu durumlar genellikle çocuk büyüdükçe düzelir. Tedaviye gerek yoktur. 5 yaş üstünde devam ediyorsa tekrar değerlendirilmelidir.
MoreSportif etkinlikler, çoğunlukla deniz seviyesinin 500 m’ye kadar olan yüksekliklerde yapılsa da, günümüzde yeryüzünün bütün kesimlerinde spor yapan insanların sayısı artmakta ve bu yüzden yükseklikte performansa etki eden faktörlerin belirlenmesi önem arz etmektedir .
Yüksek irtifanın organizma üzerindeki etkilerine yönelik çalışmalara 1878 yılında başlanılmış ise de, yüksek irtifa konusu 1968 yılında yapılan Mexico olimpiyatları ile sporda önemli konulardan biri haline gelmiştir.
1963 yılındaki olimpiyat oyunları toplantısında, 1968 yılı olimpiyatları 2240 m yükseklikte bulunan Mexico şehrine verildi. Olimpiyat oyunlarının bu yükseltide yapılacak olması, bu yükseltide yarışma performansı gösterecek sporcunun ani ve uzun süreli uyumlarını belirlemeye yönelik çalışmaların sayısının artmasını ve bu konudaki teorik bilgi birikiminin güncelleştirilmesini zorunlu kılmıştır.
Birçok bilim adamı ve antrenör yüksek irtifada yapılan çalışmaların performans yönünden değerine inanırken, bu konudaki literatür genellikle belirsizlik, zaman zaman da tezat teşkil etmektedir. Ancak, yüksek irtifada bazı kan değerlerinin artma eğiliminde olduğu da bilinmektedir .
Özellikle yüksek irtifanın çocuklarda büyümeye ve olgunlaşmaya olan ve çocukların anaerobik güçlerinde meydana gelen değişimlerin incelenmesi önemlidir.
Yüksek İrtifa
Sportif etkinlikler, genellikle deniz seviyesinden 500 m’ye kadar yükseklikteki yerlerde yapılır. Buralarda yüksekliğe ilişkin çevre faktörleri söz konusu değildir . Ancak yerleşim merkezlerinin giderek genişlemesi ve iletişim imkanlarının artmasıyla yeryüzünün; bütün kesimlerinde spor yapan insanların sayısı hızla çoğalmıştır.
Dünya üzerindeki birçok yerleşim bölgesi yükselti olarak kabul edilen 1000 m’nin üzerindedir ve buralarda milyarlarca insan yaşamakta, egzersiz yapmakta ve herhangi bit problemle karşılaşmamaktadırlar. Ancak, deniz seviyesinde veya 1000 m rakımdan daha düşük rakımda yaşayan insanlar ve sporcular, böyle bir yükseklikte yaşamak ve egzersiz yapmak zorunda kaldıklarında yükselti ile oluşan bit takım problemlerle yüz gelmektedirler.
Fiziksel performansın olumsuz etkilendiği 1500 m ve daha fazla rakımlarda yüksekliğin artışına paralel olarak organizma üzerinde olumsuzluklar gözlenmektedir. 1500 m’ den sonra çıkılan her 3 m’de maksimum oksijen tüketiminde % 3-5 azalma gözlenmektedir.
Yüksekliğin vücut üzerindeki etkilerinin araştırılmaları çalışmaları oldukça eskilere dayanmaktadır. 1800’lü yılların başında Paul Berth, hipoksik şartlarda organizmanın uyum bozukluğundan bahseden ilk isimlerdendir. Yapılan bu ve benzeri çalışmalar, genellikle keşif gezileri yada askeri amaçlarla desteklenen çalışmalar olmuşlardır. Sporculara yönelik çalışmalar ise 60’lı yılların ikinci yarısından sonra ağırlık kazanmıştır.
Atjosfer Basıncı
Barometrik basınç, dünya yüzeyine baskı etkisi yaratan atjosferik gazların ağırlığının toplamıdır. Bu kuvvet, yer çekimi tarafından moleküllerin dünyaya çekilmesi ile oluşur ve irtifa çıkıldıkça yerçekiminin azalan etkisiyle atjosferik basınç da azalır . Deniz yüzeyinden yükseklere çıkıldıkça hava basıncının azaldığı bilinmektedir. Nitekim deniz seviyesinde 760 mm Hg olan basınç, 5486 m’de bunun yarısı kadardır. Rakım yükseldikçe barometrik basınç azalmakta, buna bağlı olarak oksijen basıncı da azalmaktadır.
Deniz seviyesinde Dalton Yasası’na göre atjosfer basıncı 760 mm Hg iken solunan havadaki oksijen basıncı 149 mm Hg’ dir. Solunan havadaki oksijen basıncı alveollerde 100mm Hg’ye düşerek arterial kana geçmekte ve bu şekilde de dokulara taşınmaktadır. Havadaki oksijen oranı %20.9 olduğuna göre barometrik basınçla orantılı olarak P02’de düşme olur. Mesela, deniz seviyesinde 149 mm Hg olan P02, 3048 m’de 107 mm Hg’dir. Alveolar P02’nin bu etkiye bağlı olarak 60 mm Hg düzeyine inmesi bu düşük alveol ve arteriyel kan P02’si sebebiyle, organizmada dokunun yeterince oksijen alamama durumu olarak tanımlanan ve performansın azalmasına sebep olan hipoksiye yol açar. Hipoksi, organizmada dokunun yeterince oksijen alamaması veya kullanamaması haline verilen isimdir. Dokuya gelen oksijen veya dokunun kullanabildiği oksijen, ihtiyacı karşılayamaz.
Hipoksi kendini oluşturan sebeplere göre dört başlık altında incelenmektedir. Solunan havada veya akciğer alveollerinde oksijen basıncının düşmesi sebebiyle kanın daha az oksijen ile yüklenmesi haline hipoksi, kanda fonksiyon gören hemoglobinin azalması sonucu dokuya taşınan oksijenin, ihtiyacın altına düşmesi durumuna ise anemik hipoksi adı verilmektedir. Kanda yeterince oksijen olmasına rağmen, organizmanın toksik bir sebeple oksijenden yararlanamamasına histotoksik hipoksi, kan dolaşımının yavaş olması sebebiyle dokuya yeterince oksijen sağlanamaması durumuna ise stagnant hipoksi demektedir.
Yüksek İrtifanın Etkileri
Yüksek İrtifanın Büyüme ve Olgunlaşmaya Etkisi
Yükseklikte temel problem, havadaki oksijen vasıtasıyla kana diffüzyonu azaltan barometrik basıncın düşmesidir. Vücut dokularında oksijen eksikliği yani hipoksi söz konusudur. Bu yüzden vücut dokularında oksijen eksikliği anlamına gelen hipoksinin oluşumu için vücutta bir durum vardır. Çok yüksekte ikamet etme barometrik basınçta büyük oranda azalma olması hipoksi için potansiyel oluşturur.
Peru (4000-4800 m), Bolivya (3800-4000 m), Nepal (3500-4000 m)’de yaşayan çocuklar üzerinde yapılan çalışmalarda bu çocukların, deniz seviyesinde veya daha düşük yüksekliklerde yaşayan aynı ırk ve cinsiyetteki akranlarından daha kısa boylu ve daha az kilolu oldukları ve daha geç olgunlaştıkları gözlenmiştir.
Yüksekte yaşayan Bolivya’ lı Nepal’ li ve Peru’ lu çocukların, küçük vücutlu olması ve geç olgunlaşması, belki de Hipoksi ve kronikleşen yetersiz beslenmenin etkilerinden kaynaklanmaktadır .
Hemoglobinin oksijenle doyumunun (saturasyon) %98’den %85ye düşmesi, organizmayı anlamlı düzeyde etkilemese de (3048 m’ye kadar) saturasyonun %65 gibi bir düzeye inmesi ile hipoksinin etkisi belirginleşmeye başlar.
Yüksek irtifada hipoksiye maruz kalındıktan sonra birkaç saat içinde eritrosite oluşan fosfat bileşiklerinin miktarı artar. Bunların bazıları hemoglobinle birleşerek hemoglobinin oksijen ‘ye ilgisini azaltır. Hemoglobinin oksijene ilgisi azaldığı için, oksijeni doku hücrelerine yüksek Oksijen basıncında verebilir. 4500 m yükseklikte bu etki, dokulara verilen oksijen miktarını %10-20 yükseltir. Fakat daha yüksek irtifalarda oksijene ilginin azalması, akciğerlerde oksijenin alınmasını da azaltacağından, sonuçta taşınan oksijen miktarı düşer. Bu daha büyük bir tehlike oluşturur.
Oksijen basıncı ‘nin 35 mm Hg’ye düşmesi ile beyin fonksiyonlarında bozulma görülür. Bu durum 40 m’den itibaren görülmeye başlar. Düşük basınca maruz kalındığında kemoreseptörler yolu ile solunum dakika hacmi arttırılır. Yani hiperventilasyon oluşur. Yükseklikte meydana gelen solunum artışı egzersizdeki gibi değildir. Hiperventilasyon sonucu oksijen basıncı de azalarak respiratuar alkalozu oluşturur ki, bu da kanın asit baz dengesini bozar. Yükseklikte ayrıca kalp atım hızı ve kalp debisinin artışı ile birlikte dokuya yeterli oksijen sağlamaya çalışılır. Ayrıca bir takım adaptasyonlarla da dokuya daha fazla oksijen verilmeye çalışılır
Akut Dağ Hastalığı
Yüksek irtifa, hipobarik (düşük atjosfer basınçlı) ve hipoksik (az oksijenli) bir ortamdır. Bu sebeple birçok kişide ilk defa yüksek irtifaya çıkılması ile akut dağ hastalığı oluşur. Bu sendrom 1800 m üzeri yüksekliğe ulaşıldıktan sonra 8-24 saat, içinde de gelişir ve 4-8 gün boyunca devam eder. Akut dağ hastalığı baş ağrısı bulantı, kusma, uykusuzluk, yorgunluk ve periferik ödem ile karakterize bir hastalıktır. Bu sendromun şiddeti tırmanma hızına, çıkılan nihai yüksekliğe ve şahsın hassasiyetine bağlıdır. Ayrıca yüksek irtifada idrar hacminin azalması, ciddi şekilde pulmoner ve beyin ödemi oluşumu, koma ve ölüm gibi etkilerde görülebilir. Karbonhidrattan zengin bir diyet alımı ile dağ hastalığının etkileri ve fiziksel performansın düşüşü önlenebilir. Aşırı derecedeki dağ hastalığına yapılacak acil yardım kişiye oksijen verilmesi yada düşük irtifaya taşınması veya ikisinin aynı anda yapılmasıdır.
Yüksekliğe uyum (aklimatizasyon)
Aklimatizasyon yüksekliğe uyum sağlanmasıdır. Yüksekliğe uyumda temel faktör oksijen eksikliği problemidir. Barometrik basınçtaki azalmayla birlikte solunan havanın parsiyel basıncında da bir azalma meydana gelmektedir. Bu şartlar altında oksijen ihtiyacını karşılayamayan kırmızı kan hücreleri bakımından az doymuş hale gelir.
Yükseltiye uyum açısından ne kadar uzun sure yükseltide kalınırsa performansta da o derecede uyum gerçekleşir. Ancak hiçbir zaman deniz seviyesine ulaşılamaz. İrtifada kalınan süre içinde performansta görülen artış aklimatizasyondur
Havadaki Oksijen basıncı düşmesinin etkilerini minimale indirmek amacıyla yüksekliğe uyum başlıca üç fizyolojik yoldan meydana gelir:
1. Hemoglobin miktarı artar. Yükseklik arttıkça hemoglobin miktarı da artmaktadır. . Böylece aynı miktar kanın oksijen taşıma kapasitesi artmış olur.
2. Solunum sıklığı artar (hiperventilasyon). Bu yolla alveollerdeki Oksijen basıncı arttırılmaya çalışılır.
3. Dokularda, hücrelerde biyokimyasal değişiklikler meydana gelir. Bu değişiklikler oksijen O2 basınçlarında da dokularda kullanılabilmesini sağlar.
Aklimatizasyon kısa süreli ve uzun süreli uyumlar şeklinde.olabilir. Kısa süreli aklimatizasyon yüksekliğe bir yıldan daha az bir süre maruz kalma, belki de 3 ile 6 hafta gibi kısa periyotlarla karakterizedir.
Yüksekliğe kısa süreli uyumlar
1. Hemoglobin miktarında 6 gün içerisinde artabilmektedir.
2. Kilo kaybı görülmektedir.
3. Kan volümü azalmaktadır. Bayanlarda 30 gün içerisinde %20, erkelerde 15 gün içerisinde % 15 azalma görülmüştür. Meydana gelen azalmalar deniz seviyesine inildikten sonra 15-20 gün içerisinde normale dönmektedir.
4. Kalp atım hacmi 20-21 gün kadar bir sure % 10 miktarında azalmaya uğrar.
5. Kısa süreli yükselti etkilerinde biriside kalbin bir dakikadaki atım hızında artma ortaya çıkmasıdır.
6. Kalp atım gücü (cardiac output) azalır.
7. Düşük seviyede kan bikarbonat düzeyi sebebiyle azalmış kan tampon sistemi (nötralizasyon ) özelliği ortaya çıkar.
8. Fazla yüklemeli çalışmalarda 42 günlük bir süre, daha yüksek seviyede kan laktik asit düzeyinin meydana gelmesini sağlamaktadır.
9. Yüksekliğe çıkılmasını takiben 11 gün içerisinde eritrosit miktarında artış gözlenir.
Yüksekliğe uzun süreli uyumlar
Uzun süreli aklimatizasyon bir yada daha uzun yıllar belki de jenerasyonlar boyunca yükseklikte yaşamış grupların dahil edilebileceği bildirilmiştir.
Yükseltide kalış süresi, birkaç günden uzun olduğunda gerçekleşen metabolik ve fizyolojik uyumlar şu şekildedir.
Hiperventilasyon (sık solunum) : Yüksek irtifaya çıkış ile ilk birkaç günde hiperventilasyonda belirgin bir artış varken, yaklaşık bir hafta sonra sabitleşir. Hiperventilasyon azalmaya başlasa da normal düzeye dönebilmek için yıllarca yüksek irtifada kalmayı gerektirir.
Asit- baz dengesinin sağlanması :Yükseltide hiperventilasyon sonucu organizmaya daha fazla oksijen sağlanırken, organizmadan daha fazla oksijen atılımı gerçekleştirilir. Bunun sonucu olarak arteriyel kanda oksijen miktarı azalmakta ve alkali maddelerin miktarı artmaktadır. Respiratuar alkolozun oluşumu ile kanın ph dengesi alkali tarafa kayar. Yükseltiye uyum sağlanılması için böbreklerde alkali maddelerin HC03 atılımı ile kasın ph dengesi normale döndürülür.
Hematokrit düzeyinde meydana gelen artışlar : Yükseltiye çıkışla birlikte plazma hacminin azalmasına bağlı olarak kan hücrelerinde görülür. Özellikle ilk iki üç günde artış görülmeye başlanır. İrtifada kalış süresince artış devam eder. Eritrosit ve hemoglobinde meydana gelen artışlar kanın oksijen taşıma kapasitesini arttırır.
Dokuda meydana gelen değişiklikler : Kasın O2 kullanma düzeyi arttırılmalıdır. Bunun için kas dokusundaki kılcal damar sayısı, mitokondri yoğunluğunda ve kandan dokuya oksijen diffüzyon yeteneğinde meydana gelen artışlarla da dokuda daha fazla oksijenin kullanılması sağlanır. Ayrıca yüksek irtifada hava basıncının düşmesi ile oksijen basıncının de değişmesi O2 doygunluğu da azaltır. Hemoglobinin bağlanma eğiliminin azalması ve O2 ayrışım eğrisinin sağa kayması ile dokuya oksijen daha çok bırakılmaktadır.
Yüksek irtifaya uyum süreleri
Yükseltiye uyum sağlanması amacıyla gereken süre birçok araştırmacı tarafından şu şekillerde açıklanmıştır. Ancak temel yönüyle uyum süreleri şu şekildedir.
2700 m’de uyum 7-10 gün,
3600 m’de uyum 15-21 gün,
4500 m’de uyum 21-25 gün
Genel olarak yükseltiye uyum için kalınan sure bireysel özelliklere bağlıdır. Ancak 2300 m’ye kadar olan yüksekliklere uyum için 2 hafta ve 2300 m’den sonraki her 6-10 (4572 m’ye kadar) ek bir hafta süreye ihtiyaç duyulur. Ayrıca gerçekte bazı insanların zaman yüksekliğe uyum sağlayamadıkları ve bunun sonucu olarak da dağ veya irtifa hastalığına yakalandıkları belirtilmektedir.
Yükseklik antrenmanları için uygun yükseklik ve antrenmanların süresi
1800 m’nin altındaki yüksekliklerin çok az uyarıcı etki yapması, 2800 m’nin üzerinde yüksekliklerinde oksijen yetersizliğine sebep olması, sistematik bir antrenmanı güçleştirdiğinden yükseklik 1800 -2300 m arasında olmalıdır. Gençlerin gelişmesine yönelik antrenmanlar için en uygun yükseklik de 1600 -1800 m’dir. Yükseklik antrenmanı için en uygun 4 haftadır. Bu sure aşılmamaya çalışılmalı ve 2 haftadan az olmamalıdır. Yükseklikler kampların süreleri uzar, yükseklik azaldıkça kısalır. Ayrıca antrenmanlar ne kadar sık tekrarlanırsa adaptasyon o kadar çabuklaşır. Bir sezonda birkaç defa tekrarlanır. Yükseklik antrenmanlarında, yalnızca 10 günlük bir süre bile (minimal süre) etkili olur.
Yüksek İrtifanın Çocuklarda Performansa Etkisi
Yüksek irtifada performansın azaldığı çok net olarak kanıtlanmıştır. Yaklaşık 1200 seklikte 2 dakika ya da uzun süre büyük kas gruplarının katıldığı ağır egzersiz yapıldığı durumun açıkça belli olacağı ifade edilmiştir. İrtifanın artmasıyla fiziksel iş yapma yeteneğinin gittikçe şiddetlenen dozda etkileneceği bildirilmiştir .
Meksika olimpiyatlarının sonuçları incelendiğinde görülür ki, atletizm yarışmalarının 400 m’ye kadar olan mesafelerinde deniz seviyesi ile eşit ya da daha iyi sonuçlar kaydedilmiştir. 1500 m’lik mesafelerde yaklaşık %3’lük ve 5000, 10000 m’lik mesafelerde deniz seviyesi ile karşılaştırıldığında yaklaşık %8′ lik düşüş kaydedilmiştir. Yani, iki dk’ ya kadar süren yarışmalarda en azından 2300 m’ye kadar olan yüksekliklerde deniz seviyesi ile önemli bir fark olmadığı gözlenmiştir. 2 dk’nın üzerinde ağır egzersiz kapasitesi gerektiren etkinliklerde ise kapasite kesinlikle azalmaktadır. Bu durumda yüksekliği esas alarak sprint ya da anaerobik olaylardan çok aerobik aktiviteler veya dayanıklılığı etkilediği söylenebilir .Anaerobik metabolizma genellikle maksimal anaerobik güç (Vmax) ve anaerobik kapasitenin belirlenmesiyle değerlendirilir. Anaerobik kapasitenin akut ve kronik hipoksik şartlarda maksimal kan laktat konsantrasyonu ve maksimal oksijen açığı ve borcu ile değerlendirilmesine ilişkin tartışmalı bulgular mevcuttur (Yüksekliğe uyumlu bireylerde). 5200 m ve yukarı irtifalarda kısa süreli yoğun egzersizde maksimal anaerobik güçte hiçbir farklılık gözlenmez. Alaktik anaerobik gücün en iyi göstergesi olan güç platformundaki sıçramalar, alaktik aynı zamanda laktik metabolizmayı kullanan 7-10 sn’ lik sprintler anaerobik gücü belirleyen egzersizlerdir. 30 sn ve daha fazla süreli egzersizlerin (örneğin; Wingate testi) sonuçlar ile ilgili tartışmalar bulunmaktadır. Çünkü bu test sırasında aerobik metabolizmanın düşük katkısı sebebiyle anaerobik performansla karıştırılmaktadır. Sonuçta, yüksek irtifada 5 haftadan uzun sure kalınırsa, 5200 m ve yukarı irtifaların anaerobik . performansı değiştirmediğini söyleyebiliriz. Bu süreden sonra kas kütlesi azalmaya başlar
Yükseltide yapılan maksimal egzersizlerde metabolizma etkilenmemiş gözükse de bu glikolitik yol için açık biçimde gözlenememektedir. Hipobarik çember içinde yapay olarak oluşturulan 4500 m yükseltide yapılan çalışmada, 20 dk’lık submaksimal egzersizde (750 kpm/min), kan laktik asit konsantrasyonunda anlamlı artış gözlenmiştir. Birçok araştırmada yüksek irtifada maksimum laktat üretiminde azalma rapor edilmiştir. Birçok veri yükseltide anaerobik güçte azalmayı belirtmektedir. Bu bulgulara karşın anaerobik performansın sprint gibi branşların hipoksiaya maruz kalmadan etkilenmediği gözlenmektedir.
Bedu ve ark ( 1994) puberte öncesi Bolivyalı çocuklarda kronik hipoksia ve sosyoekonomik yapının anaerobik güce etkisini (iki farklı irtifada 3600m ve 420 m) araştırarak; aynı sosyoekonomik sınıftaki çocukların yüksek ve alçak irtifada aynı anaerobik gücü gösterdiklerini, ancak yükseklik dikkate alındığında düşük sosyoekonomik yapıdaki çocukların kısa süreli egzersizde daha düşük güç ürettiklerini bildirmektedirler. Fellmann ve ark (1992) Bolivya’nın La Paz bölgesinde (3700 m) 7-15 yaşındaki çocuklarla yaptıkları Wingate testinde ortalama güçte % 14-17 arasında bir azalma bulmuşlardır. Bu azalmayı da test sırasında aerobik metabolizma ve glikolizisin enerji üretimine daha düşük düzeyde katılımı ile ilişkilendirmektedirler.
Yüksek irtifaya adaptasyonun üç önemli sonucu vardır.
1. Hipobarik hipokside bile yüksek performans
2. Düşük maksimum aerobik ve anaerobik kapasiteler
3. Yüksek dayanıklılık. Kas biyopsisi ve enzim aktivitesi ölçümleri bu adaptasyonların en azından bazılarının esaslarını açıklamaktadır.
Uzun süreli yüksek irtifaya maruz kalma önemli oranda büyük bir bölümü kas dokusun olan ağırlık kayıplarına sebep olur. Ağırlık kaybı çoğunlukla rahat olmayan bir çevrede damak tadı eksikliği yüzünden beslenme bozukluğunun sonucu olabilir. Fulko ve arkadaşlarına göre, yüksekte kas kuvveti, maksimal kas gücü ve anaerobik performans kütlesi korunduğu sürece etkilenmez. İlaveten, aerobik komponent içeren aktiviteler performansı bozmaz ve sprint gibi şiddetli egzersizler antrene edebilir.
Yüksek irtifada en az 21 günlük egzersiz, organizmada özellikle kan parametreler artışlara, aerobik ve anaerobik kapasitelerde hipoksiaya bağlı değişimler meydana gelme dir. Ancak yapılan çalışmalarda, birbiriyle çelişkili sonuçlar mevcuttur. 5200 m ve daha y rı irtifalarda 5 haftadan daha uzun süreler kalmak, özellikle kas kütlesinde bir azalmaya dolayısıyla da vücut ağırlığında bir düşüşe sebep olmaktadır.
Çocukların yüksek irtifaya maruz kalmaları büyüme ve gelişmelerini olumsuz yönde etkilemekte ancak anaerobik performansların da bir değişiklik görülmemektedir. Ancak çocukların sosyo-ekonomik düzeylerine bağlı olarak, yüksek irtifada anaerobik güçlerinde farklı olduğu gözlenmiştir.
More
Skolyoz; omurga’nın göğüs (thoracic) veya bel (lumbar) bölgelerinde görülen yana doğru eğriliğidir. Tek başına olabileceği gibi, kifoz (arkadan öne doğru anormal bir eğrilik) ile beraber de görülebilir.
Skolyoz 3 şekilde ortaya çıkabilir
Doğuştan olabilir (konjenital). Bu durum genellikle omurgadaki bir kusura veya birbirine kaynamış kaburgalara bağlıdır.
Polio (çocuk felci), beyin felci veya kas distrofisi (erimesi) gibi durumlara bağlı olarak kasların felci sonucunda oluşabilir (paralitik). İdiyopatik (sebebi bilinmeyen) olabilir. Daha önce düzgün olan bir omurgada, bilinmeyen bir sebeple ortaya çıkabilir.
İdiyopatik skolyoz skolyozun en sık görülen formudur ve kalıtsal bir sebebi olabileceği düşünülmektedir. En sık genç kızlarda, ergenlik çağının hızlı büyüme döneminde ortaya çıkar. Muayene sırasında, bir omuzun diğerinden daha yukarıda olduğunun farkedilmesi durumunda skolyoz olabileceği düşünülmelidir. Bir çok gelişmiş ülkede skolyoz taraması okul çağı çocuklarında rutin olarak yapılmaktadır.
Uzun süre oturma veya ayakta durma sonucunda omurgada yorulma olabilir. Bağların zorlanması sonucu devamlı ağrı duyulabilir. Omurga yana doğru eğildikçe, dengeyi koruyabilmek amacıyla, ters yöne doğru ikinci bir eğrilik oluşabilir. Omurgadaki ilk eğrilik ne kadar büyük ise, büyüme tamamlandıktan sonra durumun daha da ilerleme ihtimali o kadar fazladır. Aşırı skolyoz (omurgada 60 dereceden daha fazla eğrilik) solunum problemlerine sebep olabilir.
Belirtiler
- Omurganın yana doğru eğriliği
- Omuz ve kalçaların dengeli durmaması
- Birinci eğriliği karşılayıcı ikinci bir eğrilik varlığı
- Sırt ve/veya bel ağrıları, boyun ağrıları
- Yorgunluk
- Nefes darlığı
Fizik muayene sırasında, hasta öne doğru eğildiğinde eğrilik daha belirgin görülür. Farklı pozisyonlarda omurga röntgenleri ve skolyometre (omurganın eğrilik miktarını ölçen bir alet) ölçümleri, skolyozun miktarını belirleyebilmek için yapılabilecek testlerdir.
Tedavi,
Eğriliğin miktarına ve kemik büyümesinin hangi aşamada olduğuna göre belirlenir. Birçok skolyozun (30 dereceden az olanlar) tedavisine gerek yoktur, fakat 6 aylık aralarla takip edilmesi gerekir. Tedavi alternatifleri arasında: egzersiz, sırt korsesi kullanımı, ameliyat veya bu tedavilerin bir kombinasyonu düşünülebilir. Tedaviye ne kadar erken başlanırsa sonuç o kadar başarılı olur.
Hafif, yani 30 dereceden az eğriliklerde, gövde kaslarını kuvvetlendirici egzersizler eğriliğin artmasını önlemede yeterli olabilir.
Milwaukee korsesi adı verilen bir korsesin kullanılması da skolyozun ilerlemesinin önlenmesinde etkilidir, ancak çok uzun süre kullanılması gerekir. Bu korse ile omurga asimetrik basınçlara karşı desteklenir ve korse, hasta büyüdükçe, vücuda uyum sağlayacak şekilde değiştirilebilir. Korsenin, geç ergenlik döneminde, kemik büyümesi durana kadar kullanılması gerekir. 30 ila 50 derece arsındaki omurga eğrilikleri, korse kullanımı ve egzersiz ile kontrol altında tutulabilir.
40 derece veya üzerindeki skolyozlarda, eğrilik kemik büyümesi durduktan sonra da artmaya devam edebileceği için, genelde ameliyat ile düzeltme gerekir. Cerrahi yöntemlerden biri, eğriliğin artmasını önleyen, ancak omurganın hareketliliğini de kısıtlayan bir metal çubuk yerleştirilmesidir (Harrington çubuğu). Cerrahiden sonra, omurgayı sabitlemek için korse kullanımı gerekebilir.
Tedavilerin getirdiği sınırlamaları duygusal olarak kabul etmek, genelde ergenlik çağındaki genç hastalar için zordur. Tedavinin bu zorluklarına alışmada, duygusal destek önemli rol oynar. Fizik tedavi uzmanları ve ortopedistlerin, hastalara tedavi yöntemlerini açıklamaları ve korsenin vücuda rahat oturmasını sağlamaları, hastaların tedavi planına uyumunu arttırır.
Hastalığın seyri ve tedavinin nasıl bir sonuç vereceği, eğriliğin yerine ve büyüklüğüne bağlıdır. Eğrilik ne kadar fazla ise, büyüme durduktan sonra eğriliğin artma şansı da o kadar çoktur. Tedavi edilmeyen aşırı skolyozlar, azalan akciğer kapasitesine bağlı olarak kalp ve akciğer problemlerine, sırt ağrılarına, fiziksel bozukluklara, omurganın osteoartritine ve siyataljiye sebep olabilirler.
Eğriliğin kendisinin veya uygulanan tedavi yöntemlerinin ruhsal problemlere veya kendine güvenin azalmasına sebep olabileceği unutulmamalıdır.
More MoreSebepleri: Baldır kaslarının kramp yada spazmlara sebep olacak derecede aşırı zorlanması.
Özel Bulgular: Topuğun üst kısmında uzun süren ağrılar.
İlk Yardım: Ağrılı tarafı tespit edin (örn. bandaj ile) ve zorlanmadan kaçının. İlgili uzmana danışın.
Ek Uygulamalar: Baldır kaslarına masaj. Topuğun ayakkabı içine konacak bir parça i!e yükseltilmesi (Bu, aşil tendonuna binen yükü azaltıp iyileşmeyi hızlandıracaktır. Bir gel sürülerek belirtiler gerilinceye kadar tedaviye devam edilir.
Tedavi Sonrası: Baldır kasları için germe egzersizleri. Antrenmanlardan sonra tendon ve çevresine buz ile soğuk uygulama. Uzun süren bazı lezyonların tamamen iyileşmesi için egzersiz, ultrason, TENS tedavilerini içeren fizik tedavi kürleri uygulanabilir.
Korunma: Beslenme ile uygun magnezyum alınması sorunlara karşı önlemlerden birisi olabilecektir. Spora başlamadan önce ısınma ve germe egzersizleri yapılmalı kaslar ısıtılmalı ve esnetilmelidir.
MoreNedir?
Çocukluk çağı spondiloartropatileri, özellikle alt taraf eklemlerin (artrit) ve tendon yapışma yerlerinin (entezit) iltihaplanması ile ortaya çıkan, süregen bir hastalıklar topluluğudur. Bazı çocuklarda kalça kemiği ile omurganın birleştiği eklemleri (sakroileit) ve/veya omurgadaki eklemleri de tutabilir.
Hastaların bir kısmında eklem iltihabı, bağırsak veya idrar yolu ile genital bölgenin bakteriyel enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkar (reaktif artrit). Çocukluk çağı spondiloartropatileri, özellikle hastalığa yatkınlığı gösteren bir genetik belirleyici olan HLA-B27 taşıyan çocuklarda daha sıktır.
Çocukluk çağı spondiloartropatileri erişkinlerde görülenlere benzemekle birlikte, bazı klinik bulguların görülme sıklığı ve şiddeti çocuklarda farklıdır. Entezite bağlı idiopatik artritler (bkz. JIA bölümü) çocukluk çağı spondiloartropatileri grubuna dahildir.
Hangi hastalıklara çocukluk çağı spondiloartropatileri diyoruz?
Çocukluk çağı spondiloartropatilerinin içerdiği hastalıklar erişkin spondiloartropatileri ile aynıdır. Bunlar ankilozan spondilit, reaktif artrit (ve Reiter sendromu), psöriatik artrit (spondiloartropati tipi) ve iltihaplı bağırsak hastalıklarıyla ilişkili artritlerdir (spondiloartropati tipi). Yukarıda sıralanmış hastalıkların tanı ölçütlerine tam uymayan çocuklara “farklılaşmamış spondiloartropati” tanısı konur. Seronegatif entezopati ve artropati sendromu (SEA) ve entezite bağlı artrit gibi bazı özel durumlar da çocukluk çağı spondiloartropatilerine dahildir.
Ne kadar sıktır?
Spondiloartropatiler, çocuklukta görülen kronik artritler içinde en sık rastlanan formlardan biridir. Kronik artritli çocukların yaklaşık %30’u bu gruba girer. Spondiloartropatiler esas olarak 10-15 yaşları arasında başlar ve daha çok erkek çocuklarda görülür. Hastaların büyük bir kısmı genetik yatkınlık faktörü taşıdığından (HLA-B27), çocukluk ve erişkin spondiloartropatilerinin genel popülasyonda ve hatta bazı ailelerde görülme sıklığı, bu faktörün o toplumdaki sıklığıyla doğru orantılıdır.
Hastalığın nedenleri nelerdir?
Çocukluk spondiloartropatilerinin kesin nedenleri ve mekanizmaları bilinmemektedir. Diğer çocukluk çağı kronik artritlerinde olduğu gibi , hastalıktan sorumlu olabilecek mekanizmalar bağışıklık sisteminin çeşitli bileşenlerini içerir. Spondiloartropatiler, başka organların kronik iltihapları ile de ilişkilidir, örneğin; bağırsak, deri ve genitoüriner sistem. Ayrıca bazı mikropların neden olduğu enfeksiyonlar da (örn:Salmonella, Şigella, Yersinia, Kampilobakter ve Klamidia) çocukların bir kısmında artritin tetiklenmesine yol açabilirler (örn:reaktif artrit).
Kalıtımsal mıdır?
Çocukluk çağı spondiloartropatisi olan hastaların çoğunluğu HLA-B27 genetik belirleyicisini taşırlar. Ancak bu, HLA-B27 taşıyan her bireyin spondiloartropati geliştireceği anlamına gelmez. Örneğin; eğer toplumda HLA-B27 taşıyıcılığı %10’sa, hastalık o toplumun yalnız %1’inde görülür. Eğer akrabalardan birinde spondiloartropati varsa, o ailedeki bir başka bireyde HLA-B27 pozitifliği spondiloartropati ortaya çıkma riskini %25’e kadar yükseltir. Aslında, hasta çocukların ailelerinin başka bir bireyinde spondiloartropati, sağlıklı çocukların ailelerine oranla daha yüksek sıklıkta görülür. Bu yüzden genetik faktörler, özellikle HLA-B27, hastalık olasılığını akla getirir fakat hastalığın gelişmesi için yeterli değildir. Genel bilimsel kanı bu hastalıkların ortaya çıkmasında bir çok faktörün rol oynadığıdır. Diğer bir deyişle hem genetik yatkınlık hem de hala kesin olarak bilinmeyen bazı çevresel faktörler (örn:enfeksiyonlar) hastalığın ortaya çıkmasına yol açar.
Önlenebilir mi?
Hastalığın nedenleri bilinmediği için, önlenmesi de mümkün değildir. Spondiloartropatiye ilişkin belirtileri olmadığı sürece diğer kardeşleri HLA-B27 yönünden taramak yararlı değildir.
Bulaşıcı mıdır?
Spondiloartropatiler bulaşıcı hastalıklar değildir.
Esas belirtileri nelerdir?
Çocukluk spondiloartropatilerinin ortak klinik özellikleri vardır:
Artrit:
- En sık belirtileri eklemlerde ağrı, şişlik ve eklem hareketlerinin kısıtlılığıdır.
- Çoğu çocukta alt taraf eklemlerinde oligoartrit vardır. Oligoartrit 4 ya da daha az eklemin iltihabına denir. Hastalık seyrinde yeni eklemler hastalanabilir ve poliartrite dönüşebilir. Poliartrit 5 ya da daha fazla eklemin tutulumudur.
- Artrit esas olarak alt taraf eklemlerini tutar: kalça, diz, ayak bileği, orta ayak eklemleri. Daha ender olarak ayağın küçük eklemleri de tutulabilir.
- Bazı çocuklarda üst ekstremitenin bütün eklemleri, özellikle de omuzlar hastalanabilir
Entezit:
Entezit, bir tendon ya da ligamanın (bağların) kemiğe yapıştığı yerin iltihaplanmasıdır. Spondiloartropatili çocuklarda çok sıktır. Sıklıkla etkilenen noktalar topuk, orta ayak ve diz kapağı çevresindedir. En sık belirtiler topuk ağrısı, ayak ortasında ağrı, şişme ve dizkapağı ağrısıdır. Entezislerin kronik iltihabı, kemiksi çıkıntılara neden olabilir (örn. Topuk dikeni). Bu dikenler özellikle topuk bölgesinde oluşur ve topuk ağrısı yapar.
Sakroileit:
Leğen kemiğinin arka tarafında bulunan sakroiliak eklemin iltihabıdır. Hastalığın başlangıcında nadirdir. En çok artrit oluşumundan 5-10 yıl sonra ortaya çıkar. En sık belirtisi yer değiştiren kalça ağrısıdır.
Bel ağrısı; spondilit:
Omurga tutulumu çok nadirdir; bazı çocuklarda hastalığın ileriki aşamalarında ortaya çıkar. En sık belirtileri sırtın alt bölümlerinde ağrı, sabah sertliği ve hareket kısıtlılığıdır. Sırt ağrısına sıklıkla boyun ve göğüs ağrısı da eşlik eder. Omurganın uzun süreli hastalıklarında omurların arasında köprüler oluşabilir (“bambu kamışı görünümünde omurga”). Ancak bu durum, az sayıda hastada ve uzun süreli hastalıktan sonra görülür. Bu nedenle çocuk hastalarda hemen hemen hiç gözlenmez.
Göz tutulumu:
Akut anterior üveit, gözün irisinin iltihabıdır. Sık değildir. Göz kızarık ve ağrılıdır. En kısa zamanda bir göz doktoru tarafından muayene edilmesi gerekir.
Deri tutulumu:
Spondiloartropatili çocukların küçük bir kısmında psöriazis (sedef hastalığı) görülür. Sedef hastalığı, özellikle dirsek ve dizlerde yerleşen yama halinde deri kabuklanmasına yol açan, kronik bir deri hastalığıdır. Deri hastalığı artritten önce ortaya çıkabilir. Bir grup hastada ise artrit, ilk psöriazis lezyonu ortaya çıkmadan çok önce başlayabilir.
Bağırsak tutulumu:
İltihaplı bağırsak hastalığı olan bazı çocuklar spondiloartropati geliştirebilirler. İltihaplı bağırsak hastalığı (İBH), nedeni bilinmeyen süregen bağırsak iltihabını anlatmak için kullanılır. Bu hastalıklar “Crohn hastalığı” ve “ülseratif kolit” olmak üzere iki tanedir.
Hastalık her çocukta aynı mıdır?
Bazı çocuklar hastalığı hafif ve kısa süreli geçirirken, diğerleri daha ağır, uzun süreli ve araz bırakıcı şekilde geçirebilirler.
Çocuklardaki hastalık, erişkinlerdeki hastalıktan farklı mıdır?
Çocukluk spondiloartropatileri, erişkin spondiloartropatilerinden bazı yönlerden farklıdır:
- erişkinde, hastalığın başlarında sıklıkla omurga tutulması olmasının aksine, çocukta sıklıkla bacak ve bazen kol eklemleri tutulur. Omurga tutulumu geç bulgudur.
- çocuklarda kalça eklemi daha sık etkilenir
Nasıl tanı konur?
Eğer hastalık 16 yaşından önce başlamışsa, artrit 6 haftadan daha uzun sürerse ve özellikleri yukarıda tanımlanan klinik tabloya uyuyorsa, doktor bunun çocukluk çağı spondiloartropatisi olduğunu söyleyebilir (bkz. tanım ve belirtiler). Özel spondiloartropatilerin tanısı (ankilozan spondilit, reaktif artrit, vb.) özel klinik ve radyografik bulgulara göre konur.
Bu hastaların bir çocuk romatoloğu tarafından takip ve tedavi edilmeleri gerektiği çok açıktır.
Tetkiklerin önemi nedir?
Bir hücresel belirleyici olan HLA-B27, çocukluk çağı spondiloartropatisi olan hastaların %80-85’inde pozitiftir ve tanıyı yönlendirmede yararlıdır. Sağlıklı popülasyonda sıklığı çok daha düşüktür (bölgeye göre %5-12). Bu yüzden kesin tanı için HLA-B27’nin tek başına pozitifliği yeterli değildir. Tanı ancak hastalığın karakteristik klinik bulgu ve belirtileri değerlendirilerek konur.
Eritrosit sedimentasyon hızı (ESR) ve C-reaktif protein (CRP) gibi tetkikler, iltihap oluşumu hakkında bilgi verdiği için dolaylı olarak hastalığın aktivitesini gösterebilir. Hastalığın kontrolü laboratuar tetkiklerinden çok klinik bulgulara göre yapılmakla beraber, bu tetkiklerin de yararı olabilir. Laboratuar tetkikleri ayrıca, olası tedavi yan etkilerini gözlemek amacıyla kullanılabilir (kan hücre sayımı, karaciğer ve böbrek fonksiyonları). X-ışını incelemeleri, hastalığın gelişimini takip etmek ve eklem hasarını değerlendirmek amacıyla kullanılabilir.
Özellikle çocuklarda sakroiliak eklemlerin tutulumunu değerlendirmek için, bilgisayarlı tomografi (BT) ve manyetik rezonans görüntüleme (MR) kullanılabilir.
Tedavi edilebilir mi?
Spondiloartropatilerin nedeni bilinmediği için iyileştirici bir tedavi söz konusu değildir. Ne var ki, tedavi hastalığın kontrolü ve hasarın önlenmesinde çok yararlı olabilir.
Tedavi seçenekleri nelerdir?
Tedavi temelde, ilaç kullanımının, eklemleri korumak ve sakatlık gelişimini önlemek üzere fizik tedavi/rehabilitasyon işlemleriyle birleştirilmesi esasına dayanır.
1) Steroid olmayan iltihap giderici ilaçlar (non-steroid anti inflammatuar ilaçlar= NSAİİ). Bunlar ağrı giderici, iltihap çözücü ve ateş düşürücü ilaçlardır. Çocuklarda en sık kullanılan naproxen ve ibuprofendir. Aspirin de ayrıca etkili ve ucuzdur fakat, bazı ciddi yan etkilerinden dolayı günümüzde daha az kullanılmaktadır. Bu ilaçlar genellikle iyi tolere edilir ve en sık yan etki olan mide rahatsızlıklarına da çocuklarda az rastlanır. Değişik NSAİİ’lerin birlikte kullanımı gerekli değildir fakat nadiren, birinin işe yaramadığı durumda diğeri etkili olabilir.
2) Eklem içi enjeksiyonlar. Bir ya da çok az eklem tutulduğunda ve eklem kontraktürlerinin sürmesi durumunda uygulanabilirler. Enjekte edilen ilaç uzun etkili steroid preparatıdır.
3) Sulfasalazin kullanımı, NSAİİ ve/veya steroid enjeksiyonlarıyla yeterli tedavi yapılmasına karşın kronik gidiş gösteren çocuklarda gereklidir. Sulfasalazin (salazoprin), kullanılan NSAİİ kesilmeden tedaviye eklenir. Tedavi edici etkisi ancak 6-8 hafta sonra tam olarak ortaya çıkar. Metotreksat dahil diğer ilaçlarla birlikte kullanımına ait bilgiler sınırlıdır. Son birkaç yıldır, tümör nekrozis faktörü (TNF) seçici olarak bloke eden anti-TNF denen ilaçların (biyolojik ajanların) kullanıma girmesi ile tedavide yeni bir ufuk açıldı. Fakat henüz, bu tedavi yönteminin çocukluk çağı spondiloartropatisindeki tedavi edici etkileri ile yan etkileri üzerine yeterli çalışma yoktur.
4) Kortikosteroidler durumu ağır olan hastalarda kısa süreli kullanılabilir. Akut anterior üveit tedavisinde göz damlası şeklinde uygulanan steroidler (topikal steroidler) kullanılabilir. Daha ağır olgularda göz küresi etrafına steroid enjeksiyonu ya da ağız ya da damar yoluyla steroid verilmesi gerekebilir.
5) Ortopedik cerrahi. Özellikle kalça ekleminde ağır hasar oluşan hastalarda eklem değiştirme (protez) ameliyatına başvurulur.
6) Fizyoterapi tedavinin vazgeçilmez elemanıdır. Tam hareket yeteneğini, kas beslenmesini ve gücünü sağlamak ve eklem deformitelerini önlemek, sınırlandırmak ya da düzeltmek amacıyla, fizyoterapi düzenli olarak uygulanmalı ve erken dönemde başlanmalıdır. Eğer omurga tutulumu ön plandaysa omurga hareketlendirilmeli ve solunum egzersizleri uygulanmalıdır.
İlaç tedavisinin yan etkileri nelerdir?
Çocukluk çağı spondiloartropatilerinin tedavisinde kullanılan ilaçlar genellikle iyi tolere edilir. NSAİİ’lerin en sık yan etkisi olan midede hazımsızlık (o yüzden yemekle birlikte alınırlar) çocuklarda yetişkinlere göre daha az görülür. NSAİİ’ler kanda bazı karaciğer enzimlerinin yükselmesine neden olabilirler, fakat aspirin dışındaki ilaçlarla nadir görülen bir durumdur.
Sulfasalazin genelde iyi tolere edilir; en sık yan etkileri mide problemleri, karaciğer enzimlerinde artma, beyaz kan hücrelerinde azalma ve deri döküntüsüdür. Toksisiteyi izlemek için aralıklı laboratuar incelemeleri gereklidir.
Metotreksat da iyi tolere edilen bir ilaçtır. Bulantı ve kusma gibi yan etkiler nadir değildir. Metotreksat alan hastalara, bu ilacın karaciğere yönelik yan etkilerini azaltmak amacı ile folinik ya da folik asit verilir. Metotreksata karşı aşırı duyarlılık reaksiyonları gelişebilir ama sık değildir. Toksisiteyi izlemek için bazı periyodik laboratuar incelemeleri gereklidir.
Belirli dozda steroidin uzun süreli kullanımı, büyümede duraklama ve osteoporoz gibi çok sayıda önemli yan etkiye yol açabilir. Yüksek dozda steroid , iştahta belirgin artışa, ve bunun sonucu olarak kilo artışına neden olabilir. Bu yüzden çocukları, fazla kalorili olmadığı halde tok tutan yiyeceklere yönlendirmek önemlidir.
Tedavi ne kadar sürmelidir?
Belirtiler ve hastalık aktivitesi devam ettiği sürece tedavi sürmelidir. Hastalığın süresi tahmin edilemez. Bazı hastalın tedavisi için sadece NSAİİ’ler yeterli olur. Bu hastalarda tedavi aylar içinde kesilebilir. Daha uzun ve ağır gidiş gösteren hastalarda ise, yıllarca sulfasalazin ve başka ilaçların kullanılması gereklidir. Bu durumda tedavinin tamamen kesilmesi, ancak uzun süreli ve tam remisyon (iyileşme) görüldükten sonra mümkündür.
Geleneksel olmayan/ tamamlayıcı tedavilerin yeri nedir?
Çocukluk çağı spondiloartropatisinde geleneksel olmayan tedavinin etkinliğini gösteren bir veri yoktur.
Hastalık ne kadar sürer? Hastalığın uzun dönemde sonuçları nelerdir?
Hastalığın gidişi hastadan hastaya değişebilir. Bazı hastalarda, birkaç aylık tedavi ile artrit çabucak düzelebilir. Diğerlerinde, aralıklı iyileşme ve nüks dönemleriyle seyreder. Bazı hastalarda ise, artrit tam olarak düzelmeyebilir. Hastaların büyük çoğunluğunda başlangıçta belirtiler periferik eklem ve tendonlarla sınırlıdır. Hastalık ilerledikçe, bazı çocuklarda sakroiliak eklem ve omurga tutulumu ortaya çıkabilir. Bu hastalar ve kalıcı periferik artriti olan hastalar erişkin hayatta eklem hasarı gelişimi açısından yüksek risk taşırlar. Hastalığın başlangıcında uzun dönem sonuçları tahmin etmek imkansızdır.
Hastalık çocuğun ve ailenin günlük hayatını nasıl etkileyebilir?
Aktif artrit dönemleri boyunca hemen her çocuk günlük hayatında bir dereceye kadar kısıtlanır. Esas olarak alt taraf eklemleri etkilendiği için kısıtlanmanın en çok hissedildiği alanlar yürüyüş ve spordur. Hastalığın çocuk ve ailesi üzerindeki psikolojik etkisine de dikkat çekmek gerekir. Kronik bir hastalıkla başa çıkmak bütün aile için güçtür ve tabii ki, hastalık ne kadar ağırsa mücadele etmek o kadar güçleşir. Eğer ebeveynleri ilgilenmiyorsa çocuk için hastalığı ile başa çıkmak daha zor olur. Sıklıkla ebeveynler hasta çocuklarına karşı anormal bir bağımlılık gösterirler ve olası bir problemi engellemek için aşırı koruyucu davranırlar. Bu durum çocukta bir yetersizlik duygusuna yol açarak kişilik gelişimine zarar verebilir, hatta hastalığın kendisinden bile daha kötü olabilir. Ebeveynlerin pozitif bir yaklaşım ile çocuğu, hastalığına rağmen mümkün olduğunca bağımsız olabilmesi için desteklemeleri ve cesaretlendirmeleri, çocuğun hem hastalığı ile ilgili güçlükleri yenmesi, hem de bağımsız ve dengeli bir kişilik geliştirmesi ve yaşıtlarıyla yarışabilir durumda olması için çok önemlidir. Eğer aile hastalığın yükünü kaldıramakta zorlanırsa psikolojik destek yararlı olur.
Çocuk okula gidebilir mi?
Çocuğun düzenli olarak okula devam etmesi çok önemlidir. Okul devamı konusunda sorun yaratabilecek birkaç faktör vardır: yürümede güçlük, yorgunluğa dayanıksızlık, ağrı veya eklem sertliği. Bu nedenle öğretmenlere çocuğun gereksinimlerini açıklamak önemlidir: uygun sıralar, eklem sertliğinden kaçınmak için okul saatleri boyunca düzenli hareket. Hasta mümkün olduğunca beden derslerine katılmalıdır; bu durumda, aşağıda spor başlığı altında tartışılan etkenler dikkate alınmalıdır. Bir yetişkin için iş neyse çocuk için de okul aynı şeydir; kendi kendine yeten, üretken ve bağımsız bir insan olmayı öğrendiği yer. Hasta çocukların normal bir şekilde okul aktivitelerine katılabilmeleri için, aileler ve öğretmenler ellerinden geleni yapmalıdır. Böylece çocuk hem akademik başarı hem de yaşıtları ve yetişkinlerle iletişim kurabilme yeteneği kazanarak arkadaşları tarafından kabul ve takdir edilir.
Spor yapabilir mi?
Spor yapmak normal bir çocuğun günlük hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Spondartritli çocuklar ise eklemlerinde ağrı hissedince durmak koşulu ile istedikleri sporu yapabilirler. Her ne kadar mekanik stresler iltihaplı eklemler için iyi olmasa da, bundan kaynaklanacak bir hasarın, yaşıtlarıyla oynamaktan alıkonulmanın yaratabileceği psikolojik hasarlardan çok daha az olduğu düşünülür. Bu tercih, çocuğa, hastalığın getirdiği engellere rağmen kendi kendine yetebilmesi için psikolojik destek verme eğiliminde olan genel yaklaşımın bir parçasıdır. Eklemlere en az mekanik stres yükleyen spor yüzmedir. Düzenli yüzme özellikle önerilir.
Diyet nasıl olmalıdır?
Beslenmenin hastalığı etkileyebileceğine ilişkin bir kanıt yoktur. Genel anlamda, çocuğun yaşına uygun, dengeli ve normal bir diyet uygulaması gerekir. Steroidler iştahı açtığı için steroid kullanan hastalarda aşırı yemeden kaçınılmalıdır.
İklim hastalığın seyrini etkileyebilir mi ?
İklimin hastalık bulgularını etkileyebileceğine dair bir kanıt yoktur.
Çocuk aşılanabilir mi?
Çoğu hasta NSAİİ’ler ya da sulfasalazin ile tedavi edildiği için normal aşılama şeması önerilir. Eğer hasta immün baskılayıcı tedavi görüyorsa (steroidler, metotreksat, anti- TNF) savunma mekanizmalarının azalmasından kaynaklanan enfeksiyonların yayılma riskinden dolayı canlı zayıflatılmış virüs aşıları (kızamıkçık, kızamık, kabakulak ve oral polio ) ertelenmelidir. Canlı virüs taşımayan fakat enfeksiyöz proteinler içeren aşılar (tetanoz, difteri, polio salk, Hepatit B, boğmaca, pnömokok, hemofilus, meningokok ) uygulanabilir; teorik olarak tek risk, bağışıklığın baskılanmış olmasından dolayı aşının başarısız olmasıdır.
Cinsel yaşam, gebelik ve doğum kontrolü nasıl olmalıdır?
Hastalık yüzünden normal cinsel yaşam ya da gebelik engellenmez. Yalnız, ilaç kullanan hastalarda her zaman ilaçların fetüs üzerindeki toksik etkilerine karşı dikkatli olunmalıdır. Çocuk sahibi olabilirler. Hastalığa yatkınlık sağlayan faktörler genetik olarak doğacak bebeğe geçebilir. Ancak çocukta spondiloartropati gelişme riski oldukça düşüktür.
Çocuk normal bir erişkin hayatı sürebilir mi?
Bu tedavinin ana amaçlarından biridir ve olguların çoğunda bu amaca ulaşılabilir. Son on yılda, bu tür hastalıkların çocukluktaki tedavisi konusunda, ciddi gelişmeler olmuştur. Farmakolojik tedavi ve rehabilitasyonun birlikte uygulanması hastaların önemli bir kısmında eklem hasarının önlenmesini sağlayabilmektedir. Ancak çocukların az bir kısmında kronik eklem hasarı önemli olabilir ve hastanın günlük yaşamsal aktivitelerini ve ileriye yönelik ideallerini engelleyebilir.
More